Hatırladınız değil mi ne demek istediğimi? Sabah otobüsümüz iskeleye yanaşınca dışarı çıktım. Soğuktan titriyordum. Oysa İstanbul’da hava sıcak ve mevsim normallerinin üstündeydi. Evet, soğuğun titretmesini ve ilk defa geceleri özellikle dişlerimin birbirine değip ses çıkardığını orada görmüştüm. Gemi hareket etti. Diğer yakaya yaklaştıkça “küçük şehir “ de yaklaşmaya başlamıştı. Bildiğin kasabadan biraz büyük bir yerdi. Temiz bir havası vardı. Beni hala heyecanlandıran bir yer değildi. Üniversiteye girdim, kayıt işlemleri -şehri dolaşmak gibi- şip-şak bitti. Bir tek caddesi olan şehirdeki merkezde turladım. Sıkıldım. En fazla yarım saat otobüsü bekleyene kadar zaman geçirdim ve İstanbul’a yola çıktım.
Evdekilere ilk tepkim “beni hiçbir kuvvet bu kasabaya gönderemez” olmuştu. Hele ki öyle yakın bir yer de değil, benim gibi İstanbul sevdalısına. Kesin ve netti kararım “GİTMEYECEKTİM”.
…
Sınıfa ilk girdiğimde Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabındaki duygu gibiydim. Sanki herkes bana bakıyordu. Aslında suçluluk psikolojisi de yoktu ama nedense tüm gözler üzerimdeyken sıraya oturdum. Sonra bendeki duygulara sebep olanlar gibi ardımdan gelenlere bende bakmaya, tanımaya başladım. O gün bitmedi. Yurt zaten can sıkıntısı ve boştu. Baktım top oynayanlar var bahçede, yanlarına gittim. Biraz eğlendim. Gerçekten İstanbul dışında top oynamak da varmış kader de. Ömrümün İstanbul dışına çıkmaması için ant içmiş gibi bağlıydım ve hala bağlıyım İstanbul’a.
Yurdun kantininde yeniler hep tek takılır. Köşede oturup anlamaya, tanımaya başlarlar. İki çocuk dikkatimi çekmişti. Gündüz, bölümde de görmüştüm. Biri birden kalktı cama koştu. Onu takip ediyordum. Boğaz ışıklarla güzeldir. Karanlıkta orası size boğaz gibi değil de kapkaranlık bir dağ gibi görünür. Camdan çekti kendini. Temiz yüzlü iyi bir çocuğa benziyordu. Diğeri de baya kıvırcık saçlıydı. Tanıştık, zaten aynı bölümdeydik ve konular peş peşe tanışmamıza ve bu “gurbet elde” kaynaşmamıza hızlı geçiş yaptırdı. Günler geçmiyor ama yine de…
Mahallenin üst kısmında dutlukta oynadığım maçlar, şakalaşmalarımız gözümün önünden gitmiyor. İki hafta sonra evden birileri gelecekti heyecandan duramıyordum. Geldiler, görüştük. Sonra vedalaşırken bende gidecekleri arabaya bindim fakat “nereye” dediler. O zaman anlamadık bir kere daha, ben artık burada kalıcıyım.
Günler tabi ki de yine geçmiyor. Sokaklarda dolaşırken üç beş tanıdık alırdık yanımıza. Aynı sahilde dolaşırdık. Bölümdekilerle kaynaşmak da hızlı olmaya başlamıştı. Şehir dışından benim gibi gelenler çabuk adapte olmaya çalışıyorlardı. Gençlik gerçekten güzel bir şey. Eğlenmesini, gülmesini ve zaman geçirmesini biliyor. Ve hep bir hareket içerisindeler. Bense sürekli top oynuyorum. Seviyorum futbolu. Hem toplumda fark edilme aracım hem de ruhumu dinlendiren bir aşk hikâyesi benimkisi. “Fark edilme” dedim çünkü gerçekten hala insanların aklında o dönem oynadığım futbol kalmış.
Yavaş yavaş çevremiz kalabalıklaştı. Fakat sokaklar büyümedi. Yollar büyümedi. Ama siz hep aynı yoldan aynı duygularla geçmediğinizi fark ediyorsunuz. Aynı sokaktan geçerken aynı şeyi görmezsiniz hiç. Alışmaya mı başlamıştım yoksa kabullenmeye mi anlayamadım.
Günler geçtikçe ve biz dışarda günlerimizi bir bir ardımızda sıralarken hareketlerimiz de değişmişti. O ürkeklik, çekingenlik yoktu üstümüzde. Daha eğlenceli olmaya başlamıştı her şey. Muziplikler, espriler, kahkahalar havada uçuşuyordu.
Sokakları büyütemesek de duygularımızı büyüttük. Sesimiz çıkmasa da şehrin ışıklarının dışına biz ıslık çaldık ve kendimizi eğlendirdik. Hayallerimizi genişlettik. Duygularımızı çoğalttık. Düşüncemiz her yere sorular sormaya başladı. Ama kahkaha ve gençlik havasında elimizi bir kez bırakmadan yaptık tüm bunları. Anılarımız artık oluşmaya başlamıştı. Sırlarımız oluşmuştu. Sözlerimiz hayallerimiz bir bir çoğalmaya başlamıştı. Sabah erken sahile giderdik. Müthiş bir huzur veriyordu. Güneş, soğukla yarışır gibiydi. İki hava akımını birlikte yaşar gibiydiniz. Sıcak ve soğuk. Sonra kalabalıklaşırdı sahil. Her vakit ayrı bir duygu gibiydi. Sabahları mahur, sonrasında aceleci, öğlen sakin ve gittikçe hareketi hızlanmaya başlar gibi, akşamüstü tatlı bir yorgunluk ve hafif bir tebessüm.
Evet, söylemedim geceyi. Çünkü bambaşka oluyor geceleri. O iskele, fenerin olduğu yer sessizlik ile ses arasında bir yer. İlk gördüğüm boğazın o karanlık hali kalmamış ve orası alenen aydınlık bir yer gibi karşınızda durmakta. Fenerin orada hele ki bir üzüm şarabı sizi o soğuğa karşı bile örgütlüyor.
İlk yakamozu orada gördüm. Şarkılarda hatta o dönem Ahmet Kaya’nın şarkısı YAKAMOZ vardı. Orada bu şarkıyı hem dinler hem de o güzel görüntünün hayranlığı içinde kalırdım.
İlk gurbetim oradaydı. Ama inanır mısınız gurbet değil de ev sahibi, evimdeymişim gibi olmuştum. Sıkı dostlukları orada öğrenmiştim. Arkadaşlığı, fedakârlığı, paylaşmayı, birlikte yaşamayı… Birlikte şarkı söylemeyi… İlk defa sırlarımızı paylaşmamız orada olmuştu. Aynı sokakta aynı duygularla dolaşmamıştık… Orada bir hareket… Bir huzur… Bir… bir… bir…
Evet aşık olmuştum ben bu şehre. Yapamadan duramıyordum artık. Yaz tatillerini ve ara tatilleri sevmez olmuştum. Kopamadım şehirden. O bırakmak istese de ben bırakmak istemedim. Önceleri okuldan, arkadaşlardan dolayı bağlılık var dedim. Aslında ben ortama bağlıyım dedim. Yok, alakası yok. Ben baya baya İstanbul’da arkadaşları görsem de yine aklım o şehirde kalıyordu. Donanma’ da çay içmek, Kültür’ de oturup sahili seyretmek, Çamdan Cafe’ de türkü dinlemek, Karpuz’ un orada burs parasıyla ayda bir bira içmek, İt Durmaz Tepesi’ nde arkadaşlara gitmek, stadyumun oradaki sokakların ışıkları arasından geçerken gölgenle dans etmek, fenerin orda üzümün türevlerinden içmek. Tarihi Han içerisine girdiğinizde yüzünüzü vuran o mistik havayı genzinize kadar çekip içerden yükselen ağır dokunaklı müziği hissetmek.
“Kepez var mı” diyen şoförün “yurt kalmasın” sesi.
Nerelere kadar özlediğim şeylerden, nasıl bir bağlılık olduğunu anladınız herhalde.
“Günün ilk ışığı vurunca…” şarkısı teypte çalıyordu. Aylardan Ekim. Okul bitmiş evde oturuyordum. Gözlerimden bir yaş geldi. Sonradan hepsi boşaldı. Gittim. Resimlere baktım. Sonrasında daha da bir özlem duydum. Birkaç ay sonra alttan kalan dersler için sınava girecektim. Gittim, zamanı gelince. Ama dönmedim. Kaldım orada. Evdekiler, işyerindekiler, herkes meraklanmıştı. Aradım “ben şimdilik burada kalmayı deneyeceğim”. Bitti.
Gelirken içimdeki o olumsuz düşünceler, bakış açıları değişmiş hatta aklıma geldikçe kendime kızar bile olmuşluğum vardır.
Burası benim evim olmuştu. Sevmiyordum. Buraya ait olduğumu hissetmeye başlamıştım. Hatta evdekilere acaba bizim geçmişte Çanakkale ile bir alakamız var mı?” artık kesin bir bağ var diye düşünmeye başlamıştım.
Aradan yıllar geçti ben hala özlüyorsam ve ismini duyduğumda bir şehirden öte bir akraba, tanıdık görmüş gibi hissediyorsam, orası artık bir şehir veya yerleşim alanı değil sizin ta kendiniz olmuş, benliğinize işlemiş, özünüz olmuştur.
“Bilmeden gelip bastığın toprak
Bir devrin battığı yerdir”
Tüm Çanakkale sevdalılarına hediyem olsun.