MARTI JONATHAN MİSAFİRİMDİ

Birden sesler kesildi gibi oldu. Derin bir nefes çektim içime. Genzime dolan iyot kokusu beni bir an bu dünyadan götürdü zannettim. Arkamda yoldan gelen araba seslerini, parkta oynayan ve gülüşen çocuk seslerini duymaz oldum. Gözlerimi kapattım. Kendimi güneşin okşayan sıcaklığına ve denizden yükselen iyot kokusuna bıraktım. Güneşin vurmasıyla nemli toprak ve yeşilliklerde yükselen o kokuya karışınca, gözlerimi açmak istemedim. Saatlerce böyle durabilirdim. Bir an başka bir diyardasınız. Kendinizin içine girmişsiniz ve özlediğinizle, özlediklerinizle karşılaşır olur gibisiniz. Dehlizlerinizdeki karanlık yüzünüze vuran aydınlıkla ışıldıyor sanki. Sonra bir ses geliyor. Ses üzerinizden geçiyor. Martı sesi. Kıyıda kalmış ekmek parçasını almaya çalışıyor. Bir martı daha ardından birkaç martı daha havada süzülüyor ve ekmek veya balık yakalamak için uçuyorlardı. Martıların amacı sadece balık yemek veya karınlarını mı doyurmak acaba diye baktım. Evet, gerçekten sadece içgüdüsel olarak ihtiyaçlarını karşılamak için programlanmışlardı yaşamlarını. Muhteşem bir sessizlik ve görüntüye kitlenmiştim. Her ne kadar ses olsa da ben sessizliği tercih etmiştim veya içinde kaldığım görüntü beni sessizliğe davet ediyordu.

Martılar çoğaldıkça önümde kalan ekmek parçasını almak için bir martı indi. Yavaş yavaş yürüyor, diğer taraftan da tedirginlikle bana bakıyor. Hareketleri o kadar yavaş ki, ne hata yapmak istiyor ne de benim bir hata yapıp ona zarar vermeme fırsat veriyor. Nefesimi tutar gibi yaptım. Hiçbir tepki vermeden yaklaşmasını bekledim. Gittikçe yaklaştı. Hafif çapraz şekilde zıplayarak yaklaştı. Önce gagasıyla salladı ekmeği. Denizde olmayan şeyleri hemen ağızlarına almıyorlar çünkü. Ekmeği salladığında emin oldu herhalde ki komple ağzına aldı. Ekmeği düştü tekrar bir daha alacakken ona seslendim.

“Karnın çok mu acıktı?”

Biraz tedirgin oldu. Ben tekrar ona seslendim. “Dur kaçma, sana biraz daha ekmek veya yiyecek verebilirim” dedim. Beni anlamış gibi bir iki sıçramadan sonra bana doğru bakar şekilde kaldı. Çantamda yiyecek ne varsa çıkardım. Onu da korkutmak istemediğim için biraz uzağa bıraktım. Gelip onları birkaç dakika sonra yedi. Tekrar seslendim;

“Eğer kaçmazsan sana birkaç şey sormak isterim.”

Başını kaldırdı ve bana baktı. Artık beni anladığına inanmaya başladım. Diğer martılarda geldi. Kalabalıklaşmaya başladı. “Onlara yetecek kadar çok şeyim var mı acaba?” diye baktım çantama. Hemen yandaki simitçiden baya bir simit aldım. Getirdim önlerine yakın bir yere bıraktım.

“Bir kitap okumuştum, Martı diye. Orada sizden çok iyi bahsediyorlardı. Tabi sen okudun mu demeyeceğim ama birkaç soru sorabilir miyim?” dedim. Biraz uzaklaştı. Çevresine baktı. Kanatlarını açıp parmaklarının üstüne, sanki parmak uçlarına basar gibi yapıp kanat çırptı. Biraz toz ve tüy havalandı. Yavaş yavaş yürüdü ve biraz daha yaklaştı bana. Artık aramızda bir bağ kurulduğuna inanacak gibi oldum.

“Bir martının Kurultaya karşı yanıt hakkı kesinlikle yok mu?”

Diye sordum.

“Ama kardeşlerim!” Diye haykırdı. “Yaşamın anlamını, daha yüce bir amacını bulan ve ona ulaşmaya çabalayan bir martıdan daha sorumlu biri olabilir mi? Binlerce yıldır balık kafaları kovalayıp durduk, ama şimdi bir yaşama nedenimiz var; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak!” diye bağırdı. Diğerleri onu dinliyordu. Devam etti; “Bir martının yaşamını o denli kısaltan nedenlerin, sıkıntı, korku ve öfke olduğunu keşfetti ve bunları zihninden sildiğinde uzun, güzel bir yaşam sürdürür.”

Artık beni dinlemiyordu. Yaklaştı bana ve gözlerini açıp haykırdı.

“Sana birkaç söz söyleyeyim?”

“Nasıl yani?”

Dedim, titreyerek. Konuşuyordu çünkü.

“Bir martının kitabını okuyorsun ve onun sözlerinden etkileniyorsun fakat bir martı konuşunca mı şaşırıyor ve korkuyorsun?”

“Şey… Şey” diyebildim şaşkınca kekeleyerek sadece.

Sıralamaya başladı. Diğerlerine dönerek. En başından başladı. Tecrübelerini ve yaşadıklarını anlattı. Herkes pür dikkat onu dinliyordu.

“Neden bu kadar azız? Garip! Benim geldiğim yerlerde… Binlerce ve binlerce martı yaşardı, biliyorum” diyerek başını salladı Sullivan. “Sana verebileceğim tek yanıt, senin ancak milyonda bir rastlanan bir martı olduğun. Çoğumuz öylesine yavaş geliştik ki. Dünyayı değiştirdiğimizde, vardığımız yer hemen hemen aynısıydı terk ettiğimizin, nereden geldiğimizi hemen unutarak ve geleceğe aldırmayarak günübirlik yaşadık. Karın doyurmanın, didişmenin sürü içinde iktidar hırsının ötesinde değerler olduğunun bilincine varmak için kaç yaşamdan geçtik dersin? Binlerce Jon, on binlerce! Sonra da yetkinlik denen şeyin varlığını öğrenmek için yüz yaşam ve ona ulaşmak için bir yüz yaşam daha. Şimdi aynı kural bizim için yine geçerli elbette: Gelecekteki dünyamızı burada öğrendiklerimizle kuran. Bir şey öğrenmedik mi, geleceğimiz şimdikinin eşi olur. Hep aynı sınırlamalar, üstesinden gelmemiz gereken kurşun gibi ağır bir tekdüzelik… Hep aynısı.”

“İyi ama bundan sonra ne olacak? Nereye gidiyoruz? Cennet diye bir yer yok mu?”

“Hayır Jonathan, öyle bir yer yok. Cennet ne bir zamandır, ne de bir mekân. Cennet yetkinliğin ta kendisidir.” Sustu bir an.

“Sen çok hızlı bir uçucusun, değil mi?”

“Ben… Ben hızı severim”, dedi Jonathan. Vasisinin fark etmiş olmasına hem şaşırmış, hem de onur duymuştu bundan. “Yetkin hıza ulaştığında, cennete ulaşmış sayılırsın Jonathan. Ve bu, ne saatte bin mildir, ne milyon mil, ne de ışık hızı. Çünkü herhangi bir sayı sınırdır daima, oysa yetkinlik sınır

tanımaz. Yetkin hız cennettir yavrum.”

“İstediğin herhangi bir yere ya da zamana gidebilirsin. Ben, düşünebildiğim her yere ve her zamana gittim.” Denizin ötelerine baktı. “Ne garip! Yolculuk uğruna yetkinliği yadsıyan martılar, o yavaşlıkla hiçbir yere ulaşamıyorlar. Yetkinlik uğruna yolculuktan cayanlarsa, anında her yere gidebiliyorlar. Unutma Jonathan, cennet bir mekân ya da zaman değildir, anlamsızdır mekân ve zaman.”

Sır, gerçek özünün, henüz söylenmemiş bir sayı mükemmeliyetiyle, zaman ve mekânın her yerinde aynı anda yaşadığını bilmekti.

Eğer dostluğumuz zaman ve mekân gibi şeylere bağlıysa, sonunda zamanı ve mekânı yendiğimizde, kendi dostluğumuzu da yıkmış oluruz! Ama mekânı yendiğimizde, geriye yalnızca Burası kalır. Zamanı yendiğimizde, bize kalan yalnızca Şimdi’dir. Burayı ve Şimdiyi paylaşacağımıza göre, nasıl düşünemezsin sık sık birlikte olacağımızı?

Onlara karşı sert olma Martı Fletcher. Seni dışlamakla onlar yalnızca kendilerini yıprattılar ve bunu bir gün anlayacaklar. Bir gün gelecek, onlar da senin gözünle görecekler. Bağışla onları ve anlamalarına yardımcı ol.

“Gerçekte her birimiz, Yüce Martı düşüncesinin, sınırsız özgürlüğün ta kendisiyiz. Uçuş yetkinliği, özümüzü dile getirmeye doğru bir adımdır. Bizi sınırlayan her şeye karşı çıkmalıyız. Yüksek hız denemeleri, yavaş uçuşlar, hava akrobasisi, bunların tümünün amacı sınırları yıkmaktadır.” Jonathan akşamları kumsalda böyle eğitiyordu öğrencilerini.

Sürü Yasası der ki, dışlanmış olan asla geri dönmez ve on bin yıldır bir kez olsun bozulmamıştı bu yasa. Yasa, gitmeyin, kalın diye buyuruyor, Jonathan gidin diyordu ve şimdiden bir mil uzaklaşmıştı bile. Daha uzun süre bekleyecek olurlarsa, düşman bir sürüyle tek başına karşılaşacaktı. “Eh, sürünün bir parçası olmadığımıza göre, yasaya uymak zorunda değiliz, ne dersiniz?” Fletcher’in sesi kaygılıydı. “Ayrıca bir kavga verilecekse, orada, burada olduğumuzdan daha fazla işe yararız.”

Çok yalın şeylerden söz ediyordu Jonathan: “Uçmak bir martının doğal hakkıdır, özgürlük varlığının özündedir. İster boş inançlar ve gelenekler, isterse sınırlamanın herhangi bir biçimi, özgürlüğü kısıtlayan ne varsa kaldırıp atılmalıdır.” “Kaldırıp atılmalı mıdır?” diye bir ses yükseldi kalabalıktan. “Bu sürü yasası olsa bile mi?” “Tek gerçek yasa, özgürlüğe gidendir. Başka yasa yoktur.”

“Az önce seni linç etmeye kalkışan bu ayaktakımı kuşları sevmeyi nasıl becerebildiğini anlamıyorum.” “Yok, Fletch, o değil sevdiğim! Kin ve kötülüğü sevmezsin elbet. Ama gerçek martıyı, her birinin içindeki iyi yanı görebilmelerine yardımcı olmalısın. Sevgiden benim anladığım budur. Üstelik bir kez tadına vardın mı, vaz geçemezsin bu işten, düşünmüyor musun?” Öfke dolu genç bir martı hatırlıyorum örneğin. Adı Martı Fletcher Lynd. Henüz dışlanmıştı ve Sürüye karşı bir ölüm kalım savaşına girmeye hazırlanıyordu, Uzak Kayaları kendi cehennemi edecekti az daha. Ve işte bugün burada kendi cennetini inşa ediyor. Üstelik tüm sürüyü de buna yönlendiriyor.”

“Sevgili Fletch! Gözlerinle gördüklerine inanma. Dış görünüştür onlar yalnızca, sınırlıdır. Kavrayışınla bak, öğrendiklerinin bilincine var ve böylece uçmanın yolunu bulacaksın.”

 

Ben şaşkınca ona bakıyordum. “Şimdi şaşkınlığını bırak da bize bak. Biz yemek için uçmuyoruz. Özgürlük için uçuyoruz. Özgürleştiğimizde cennete gideceğiz. Ama şimdi bilge martının da dediği gibi cennet bir sınırdır. Mükemmelliğe ulaşırsak orası da cennet olur.”

Ben “yok artık” dedim. “Bunu siz mi? Söylüyorsunuz.” “Evet” der gibi bana baktı. Aslında söylemleri sert değildi. Haklı olduğu yerde haklılığını dışa vurmak için kararlı ifadeler kullanıyordu. Yoksa yüzünde hep bir sevecenlik ve mutluluk vardı. Çevresi ona çok değer veriyordu.

“Sınırlar yaşamlarına koyup amacınızı iyi belirlemezseniz siz hep sınırlar içinde kalan ve araç olanı amacı yapıp amacını yaşamayan eksik hayatlar olarak kalacaksınız” diye son sözünü söyledi ve uçmaya başladı.

“Hey iyi insan, yemek için teşekkürler. Bizim daha çok uçmamız gerekiyor. Unutma yükseğe uçan uzağı görür”

“Hoşça kal..”

Zil çaldı. Elimde kitap koltukta uyumuşum. Çocuklar gelmişti, düşen kitabı kaldırdı kızım. “Aa baba Martı kitabını mı okuyorsun. Bayılıyorum ona. Martı Jonathan Livingston. “

“Evet, okurken uyuya kalmışım. Az kalsın onları çıkarken görmediniz mi diyecektim.” Gülümsedim.

“Çay içen var mı?” dedim, camdan dışarı bakarken. Uçan martılar vardı. Acaba hangisi Jonathon’du? Diye uzun uzun baktım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

İletişime geç!
Boğaziçi Platform'a hoşgeldiniz! Size nasıl yardımcı olabiliriz?